Gözleri kaçırırsın gözleri ama belleği kaçıramazsın yaşadıklarından. Bilinçaltının karanlık odalarından sızar benliğine. Çocukluğun, terk edilişlerin, terk ettiklerin, yalnızlıkların, yalanların, yalanlara göz yuman fedakar hallerin, kendine kızışların, bir role kendini verebilmek bir kimliğe ait olmak için dövünen hallerin, yüzsüzlüklerin hepsi sızar görünen kişiliğine.
Andre Gide'nin şu sözüyle başlıyor kitap: "Senin için kendi ailen kadar, kendi odan kadar, kendi geçmişin kadar tehlikeli bir şey yoktur." Aile içi ensest ilişkiler, eş cinsel erotizmi, yaralı ve mutlu çocukluklar, kafası karışık kadınların karmaşa içinde yiten kimlikleri kısa öyküler halinde sunulmuş okura. Sert ve basit bir anlatı ama oldukça düşündüren, sarsan türden... Toplumun en küçük yapı taşı olan aile kavramının, arka bahçesinde gizlenenler bu öykülerde görünürlük kazanıyor.
***
"Ve yeniden inanıyorum ki, bazen hiçbir şey güzel geçmiş bir çocukluk kadar acı vermiyor."
Konuşmanın işe yaramadığını anladıkça daha fazla konuşur olmuştu. Özellikle kadınlar arasında... Konuşuyor Pavese.. Kırılganlıklarını unutamayan yine de yaşama tutunmaya çalışan kadınların kah iç sesi oluyor, kah dış sesi...
Baş karakterimiz Clelia, çocukluk yıllarını geçirdiği Torino’ya yıllar sonra kariyer sahibi biri olarak dönüyor. Resim sergilerinde, bohem çevrelerde dostluklar kuruyor. Kaldığı otelde intihar girişiminde bulunan Rosetta ile yakınlaşıyor ve bu yakınlık, hayattan umudu kesen kızın, çelişkili ve içe dönük hayatını dönüşüme uğratabilecek midir?
Tezler Özlü, Pavese’den çok bahseder kitaplarında. Onun anlatımındaki melankolik atmosferi bu kitapta da yakaladığımı söyleyebilirim. Yaratılan kadın portrelerindeki yaşama mücadeleleri ve bir miktar hayatı sorgulayan yönlerinin belirginleşmesi beni kitaba hemencecik bağladı.
“İnsan bir başkasını kendinden daha fazla sevemez. Kendini kurtarmayanı beceremeyeni, kimse kurtaramaz.”
“Çocuğu olan yaşamı da kabul etmiş olur. Yaşamı kabulleniyor musun sen? Yaşıyorsan elbette kabullenirsin, dedim. Öyle değil mi? Çocuk bir şey değiştirmez.”
Ünlü piyanist Don Shirley, Manhattan'dan güneye doğru konser turuna çıkmayı planlar. Bu konser turunda ona eşlik edebilecek bir şoföre ihtiyaç duyar. Tony Lip, bu iş için kabul edilir. Tony, yolculuk sırasında AfroAmerikalılar için güvenli yerleri, yolları kullanabilmek için yeşil bir rehbere baş vurur. Bu yolculukta, ırkçılıkla ve her türlü kötü muameleyele karşılaşan ikilinin hikayesi çok düşündürücüydü...
Gerçek hikayeden ilham alan bu film, beyazların siyahlara olan dışlayıcı tutumunu gözler önüne seriyor. Yazarken bu tabiri kullanmak bile beni rahatsız ediyor. Rengi, dili, inancı ne olursa olsun insan her yerde insandır ve her yerde insanca yaşamayı hak eder. Yolculuk boyunca Tony, bir müzik dehası olan Don Shirley'e sizinkiler şu şekilde tepki verir, şöyle yapar diye serzenişlerde bulunarak, dış görünüşü onun gibi olanların tipik kalıbına da koymaya çalışıyor. Oysaki adam bir deha, sanatkar ve o kadar asil ki, her tavrıyla onlardan da farklıyım Tony, diyor. Bu farklılığım bir suç mu diye soruyor? Farklı olanı kabul etmek neden bu kadar zor geliyor?
Dilerim bir gün ten rengini umursamaz ve koşulsuz göz göze bakabiliriz...
Her Yas On Sekiz Ay Sürer, küçük yaşta annesini kaybeden Elvis Babbitt’in bu acı durumu kabullenme hikayesi...
Yakın birini kaybetmenin yası herkes için değişkenlik gösterir. Kişi önce bu durumu inkara gider sonra gerçeklik boyutunu sorgular, farklı ihtimaller ve varsayımlarla yaşanılan durumun şeklini zihninde değiştirmeye çalışır.
Samimi ve neşeli anlatıcımız Elvis’in bilimsel gerçeklerle arası çok iyi. Mesela çıplak kör farelerin acıyı hissetmediğini, zürafaların haftalarca uyumadığını biliyor. Fakat uykuda yürürken boğularak ölen annesinin ardından uyurgezerliği artan ablası Lizzie’nin uykusunda kendini zehirlemesini nasıl engelleyeceğini bilmiyor. Bunları düşünürken bir yasın on sekiz ay süreceğini öğreniyor...
Aile olmanın, acıya dayanma gücünün anlatıldığı, sürükleyici bu yolculuğu çok sevdim💛
***
“Birinin ölümünü görmenin, ruhunun bedeninden ayrıldığını hissetmenin nasıl bir şey olabileceğini düşündüm. Geçirdiği nöbet bittiğinde kızın ağzından dışarı uçuşan küçük bir kuş sürüsü hayal ettim. Beynini dolduran kuşlar artık özgür kalmıştı. Herhalde şimdi bir yerlerde, bir telefon hattının üzerine tünemişlerdir.”(s.134)
.
“Birisinin ölümünü atlatmanın en iyi yolu onların uyuduğu yerde uyumamakmış. Uykunuzda nefes alırken ölülerin ruhlarından kalanları da içinize çekermişsiniz. O yüzden sürekli etkisinde kalıyormuşsunuz.”(s.155)
‘Maviye İz Süren’ geç de olsa elime canlı kanlı geçmişti. Paylaşım İçin ise bugün güzel bir gün. İlk ışığından doğumuna şahit olduğum bu dosya ayrı özel. Bahar Uysal’ın keyifli kalemiyle tanışmanız dileğiyle. Doğum günün kutlu olsun. ✌🏻 👏🏻
Sevgili Mehmet'in yorumu:
Kalbimde bir yer açtım ve usulca yolculuğa bıraktım kendimi. Okuyacaklarımın beni alıp götüreceğini, her bir duyguma dokunacağını biliyordum. Bildikleriyle daha mı güzel ilerler insan ya da seveceğini düşündüğü şeyi gerçekten daha mı çok sever? Genelde öyle olur benim için. Maviye İz Süren; arayan, hedefleri olan, yolculuğu mutlulukla harmanlanmış umut olarak gören, mavi olsun yeter ki diyerek adım adım ilerleyen...
Ne güzel bir kitap ismi olmuş diye düşünürken okuyacağım öykülerin de beni sarmalayacağını biliyordum. Nitekim yanılmadım. Duygu yoğunluğu olan ama okuru o duygularla boğmayan, güzel cümlelerle bezeli birbirinden güzel öykülerle dolu bir kitap. Severek okudum, ayrıca yılın bu zamanı okumak belki de daha iyi geldi. Bu bir ilk kitap ve eminim sevgili Bahar bizi kaleminden dökülenlerle buluşturmaya devam edecek. Tebrikler ediyorum...
Kazuo Ishiguro'nun meşhur romanı Günden Kalanlar'ın filmini izledim. Filmin kahramanı Stevens, babası gibi uşaklık yapan ve işini son derece ciddiye alan duyguları konusunda ketum biri. Görevimiz, kendi duygularımıza ve zayıflıklarımıza değil, işverenimizin isteklerine hizmettir, diye düşünüyor. Yıllarca baş uşak olarak hizmet ettiği malikanenin yeni sahibi, ona bir kaç gün tatil yapması için otomobilini veriyor. O da çalıştığı evden dış dünyaya uzanan bir yolculuğa çıkıyor. Bu esnada bizler de onun geride bıraktığı evdeki hayatını izliyoruz. Başkalarına hizmet ederken kendi hayatında ıskaladığı bir çok durumu onunla birlikte görüyoruz. Çalıştığı ev sahibinin ve diğer çalışanların gözünde vakarlığından çıkmamak için kendine dair oluşturabildiği özgün bir hayatı yok. Yıllar sonra dışarıdan bakıyor o hayata ama zamanın terazisi herkesi başkaca tartmış ve savurmuş başka yerlere...
“Bana göre söylenmemesi gereken şeylerin sayısı her gün artıyor''
.
“Beni nasıl okumalarını istiyorsam, ben de öyle okuyorum; yani yavaş yavaş. Benim için bir kitap okumak, yazarı ile başbaşa on beş gün ortadan kaybolmak demektir.''
.
“Büyük düşüncelerin olgunlaşması için belirli bir süre lazımdır. Beklemeyi bilenler, sabırlarının mükafatını fazlasıyla görürler; birçok hallerde gecikme, kuvvetten daha tesirlidir."
.
"Henüz harcamak fırsatını bulamadığım için, benliğimde, bir sevinç hazinesi saklamaktayım."
.
"Yazmaya başlayınca en güç şey, samimi olmaktır."
.
“İnsan, sahip olmakla değil, fakat hakikati aramak yoluyla gücünü artırır ve olgunluğa ulaşır."
.
"...Çok, az'ların sabırlı bir toplamıdır."
.
“Ömrün dörtte üçü mutluluğu hazırlamakla geçer ama buna bakarak geri kalan dörtte birinin tadını çıkartmakla geçtiği sanılmamalı. Bu çeşit hazırlık alışkanlığı insanda o kadar çok yer etmiştir ki kendi hazırlıklarını bitirince başkalarınınkine başlar; böylece o eşref saat ölümden sonrasına kadar geciktirilmiş olur. Ölümsüz hayata bu kadar inanma ihtiyacı işte bu yüzdendir. En büyük akıllılık gerçek mutluluğunun bu hazırlıklara bağlı olmadığını anlamaktır. Olsa olsa içten bir hazırlık yeter.”
İngiliz yazar William Thackeray'den bir roman uyarlaması. Redmond Barry, hırslı ve vicdansız genç bir İrlandalı. Karmaşık bir aşkın sürüklediği tuhaf bir düelloyla İrlanda'dan göç etmek zorunda kalır. On sekizinci yüz yıl Avrupa dünyasında meydana gelen Yedi Yıl Savaşları'na katılır. Savaştan sonra İngiliz asil sınıfının bir parçası olmak ve orada kendine uygun bir sosyal konum arayışına girer. Kendince kazançlı bir evlilik yapar.
Yönetmen Kubrick, Redmond Barry'nin nasıl Barry Lyndon olduğunun öyküsünü anlatırken, Fransız devrimi öncesindeki Avrupa soylularının amaçsız yaşam tarzlarına, yapay değer yargılarına ve yozlaşmış ahlak anlayışlarına eleştirel bir bakış getirir. Lyndon'un oturmamış kişiliğinde fırsatçı yeni burjuva sınıfına ayna tutar. Kubrick'in filmdeki görsel yaklaşımı bir ressam inceliğindeydi...
"Rahat bir koltukta şanlı savaş düşleri kurmak iyidir. Ama savaşa şahit olmak başka bir şeydir."
Öyküde geçen Alphaville- Big in Japan şarkısında yinelenen "Big in Japan" deyişinin anlamı şudur: Eğer tamamen bir kaybedenseniz diğer insanlara "Ben kaybeden değilim çünkü Japonya'da gerçekten büyüğüm" diyorsunuz. Kaybedenlerin büyük yalanı trajik bir şekilde anlatılıyor bu sözle:) Sevim öğretmenin başına gelenler bu şarkı dinlenerek yazıldı...