30 Mart 2015 Pazartesi

güneş cheesecake :)


Minik kuşum ile her hafta sonu mutfakta değişik pastalar yaparız. Yaptığımızı pek ayılıp bayılıp yemese de birlikte bir şeyler ortaya koymanın keyfine bayılıyor yavrucağım. Dün de baharda sık yaptığım çilekli cheesecake yerine limonlu cheesecake yapalım dedik. Yumurta kokusunu çok fazla hissetmemek için tarifteki yumurta sayısını azalttım, güzel oldu :)

 Pastamızın en son haline güneş pasta adını koydu kızım :)

28 Mart 2015 Cumartesi

Üç Başlı Ejderha - Leyla Erbil


"Kendini beğenmenin duvarlarına tırmana tırmana geldiği noktada, sanki beyninden çıkan güçlü bir ışın onun bizim kötülüğümüze mıhlamıştı. Bir sonsuzluk imgesi üzerine yapışıp kalakalmış bir dev sinek gibi. Sanki sinirleri ve damarları ateşle dağlanmış, kurutulmuş ve bizi ve tüm kenti ve tüm ülkeyi kötülükler ülkesi, kenti ve insanları olarak, dönüşümsüz duyularına kilitlemişti. Bir Orta Çağ vaazı gibi, durmadan bizlere bağırıp çağırarak bizi doğru yola götüreceğini sanan bir deli mi vardı başımızda; ama biz de onu kabullenerek, teşhisinin doğru olduğu sanısını uyandırası baş eğerek ona, kendisini haklı çıkarmış ve çıldırmış değil miydik onu?"

Leyla Erbil'in, novella türünde okuduğum ilk kitabı. Çok az okumuşumdur bu türü. Novella, öyküden uzun fakat romandan kısa bir yazın türü. Üç Başlı Ejderha da bu türde aktarılan iki farklı bölümden oluşuyor. Birinci kısım kitaba adını veren Üç Başlı Ejderha; ikincisi ise, Bir Kötülük Denemesi adını taşıyor.

Üç Başlı Ejderha'da, devrim yolunda çekilen sıkıntılar, acılar, intiharın eşiğindeki bir kadın anlatıcı tarafından bir iç sese dönüştürülmekte. Önce eşini sonra oğlunu devrimci mücadelede yitiren bir annenin derin yaralara dönüşen duyumlarını, oğlunun arkadaşıyla paylaşmasını okuyoruz. Hikayenin ana motifi olan, Sultan Ahmet'teki Üç Başlı Ejderha sütunu ile anlatıcının yaşadıkları arasında tarihsel bir paralellik kuruluyor. Bu geçişim klasikleşmiş Leyla Erbil tekniğiyle aktarılıyor. Şöyle ki yazar, olayların akışını normal imla kuralları ile değil, üç virgül kullanarak ifade etmeyi seçiyor.



Kötülük Denemesi'nde ise, edebiyat muhitinde kendisini çok yetenekli, üstün gören, bu camiada gayret gösteren hiç bir yazarı, şairi beğenmeyen, hasta ruhlu şair Tanrıçay'ın son demleri yansıtılıyor. Tanrıçay'ın farklı yaşam tarzıyla, edebiyat çevresinin perde arkası tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor ve bir çok şaire değişik göndermeler yapılıyor.




27 Mart 2015 Cuma

Nar



"Eskiden, bir narın ortasında yaşadığım sırada tanelerden birisinin şöyle dediğini duydum: “Bir gün bir ağaç olacağım ve rüzgar dallarımın arasında şarkı söyleyecek ve güneş yapraklarımın üstünde dans edecek ve bütün mevsimler boyunca güçlü ve güzel olacağım.”
Sonra bir başkası konuşup dedi ki: “Ben de senin kadar genç olduğum zamanlar böyle hayaller kurardım, ama artık her şeyi ölçüp tartabiliyorum ve bütün umutlarımın boş olduklarını anladım.”
Ve üçüncü tane konuştu: “Bize böyle güzel gelecek vaad eden hiç bir işaret göremiyorum.”
Ve bir dördüncüsü: “Fakat böyle güzel bir gelecek yoksa hayatımız ne kötü olur!”
Bir beşincisi: “Ne olduğumuzu bile bilmezken niçin ne olacağız diye çekişiyorsunuz?”
Ve yedincisi dedi ki: “Her şeyin ne olacağını biliyorum ama bunu sözcüklere dökemiyorum.”
Sonra sekizinci konuştu ve dokuzuncusu ve sonra daha bir çokları, sonra hepsi birden konuşmaya başladılar ve bir sürü ses arasında hiç bir şey anlayamaz hale geldim.
Ve tam o gün çekirdekleri az ve hemen hemen sessiz olan bir ayvanın içine taşındım."

Halil Cibran

25 Mart 2015 Çarşamba

Tanrı'nın Unutulan Çocukları - Craig Silvey


"Pencereme gelmişti. Nedenini bilmiyorum ama gelmişti işte. Belki başı dertteydi. Belki de gidecek başka bir yeri yoktu.."

Sıcak bir yaz gecesi beklenmeyen bir misafirin penceresini tıklatmasıyla Charlie'nin hayatı alt üst olur. Jasper, kasabadaki insanlar tarafından sevilmeyen, dışlanan bir çocuktur. Charlie ise, onun tam zıttı kütüphaneden çıkmayan, yaşadığı olayları en sevdiği yazar olan Mark Twain'in bakış açısı ile değerlendirmeye çalışan yaşantısı arkadaşına göre daha iyi olan bir çocuk.

Yaşam tarzları, hayata bakış açıları ve şartları birbirinden çok farklı olan bu iki çocuk, toplumun duyarsızlıklarına, ön yargılarına, bağnazlıklarına karşı duran bir dostluğun timsali olabilecekler midir? Paylaştıkları sır ile birbirlerine kenetlenen bu çocuklar için hayat eskisi gibi olacak mıdır?

Dokunaklı hayat hikayeleri, saflığın, masumiyetin tazeliğini koruduğu çocukluk yılları, dışarıdan mutlu gözüken ama içte bir çok sorunla kendini kaybetmiş ailelerin aksak yaşantıları, ilk aşkın duyarlılığı, toplumun dışladığı ötekiler, ırkçılığın farklılaştırmayı bilen sert yüzü ve iyi-kötünün amansız mücadelesi..


Craig Silvey, günümüz insanın yaşadığı problemleri ustaca işlerken, esprili bir dil kullanıyor ve meşhur Bülbülü Öldürmek kitabına da selam ediyor. Çocukluktan yetişkinliğe geçişin, hayatın gerçek yüzünü ayrımsamanın gizemli yolculuğuna çağırıyor..

24 Mart 2015 Salı

suya dokun


"Sular da sızlar mı?
Öyleyse, suyun sızısını dindirecek su var mıdır?
Islanmayı özlediği zamanlar yok mudur yağmurun?
Yağmuru sevindiren bir yağmur var mı?
Taşlar da kalpleşir mi?
Kalplerin taşlaşması gibi, taşların da taş olmaktan bıkıp yumuşamaya meylettiği zamanlar yok mudur?
Yollar da özler mi? Yolun da alıp başını gidesi gelmez mi?
Ateş de yanmayı arzulamaz mı? Ateşi de yakıp kavuran bir ateş olamaz mı?
Güneş de bekler mi gün doğumunu? Bir akşam üstü güneş de seyretmeyi dilemez mi gün batımını?
Ayrılık bıkmadı mı onca sevgili arasında durup beklemekten?
Ayrılık da ayırmaktan usanmaz mı; yok mudur kavuşmak dilediği?
Aşk da aşık olamaz mı? Bunca zamandır örselenmekten, anlaşılmamaktan şikayetçi değil midir?
Herkesin dilinde olup da, kimseye yâr olmamak aşka da ah ettirmiyor mudur?
Şarkıların da sevdiği bir şarkı yok mudur?
Onlar da ara sıra durup dinlemek istemez mi acıların ve neşelerin nağmelerini?
Toprak da bir gün toprağa uzanmayı arzulamaz mı? Ona da topraktan bir mezar bulunamaz mı?
Gündelik hayatta her şey pürüzsüzce akıyor gibi gelir bize.
Taş katıdır. Ateş yakar. Sular serindir. Yol yolcuyu bekler.
Böyle bildik, çünkü, böyle bulduk. Şaşırmaya gerek yok. Mecnun olmaya mahal yok. Her şey olduğu yerde kalsın. Yeni sorularla yeni kaygılar doğurmanın lüzumu yok. Aklına de ki, Otur oturduğun yerde! Kalbine tembihle ki, Dur durduğun yerde!
İnsan olduğundan fazlasıdır her zaman. İnsan, her an olabileceğinden daha azıyla vardır.
İnsan böyle iken, sular böyle değildir meselâ.
Sular sızılara deva olurken, kendi sızılarından habersiz olabilir.
Suların da sızlayıp sızlamadığını dert edinmek insana düşer.
Yağmur her şeyi nezaketle ıslatırken, bir yağmurda ıslanmanın hasretine kör kalmış olabilir?
Yağmurun da ıslanmaya aç olabileceği bir tek insanın hatırına gelir.
Taşlar hep katı dururken, kalplerin katılaşmasından habersiz kalabilir.
Taşların da katılıktan usanabileceği ancak insanın aklına düşebilir.
Aşk nicelerini ah ettirirken, ah etmemiş olabilir.
Aşkın ah edebileceği ihtimali sadece insanın kalbinde yer bulabilir.
Öyleyse, bir kez daha bakmalı değil miyiz kendimize?
Şu andaki varlığımız bizi biz etmeye yetiyor mu sence?
Olduğumuzdan fazlası olmaya niyetli değil miyiz?
Yetiyor muyuz kendimizi kendimiz eylemeye?
Ayaklarımız varıyor mu fıtratımızın zirvelerine?
Elimiz yetişebilir mi kalbimizin derinliklerine?
Ne kadar âşinayız varlığımızın gizli köşelerine?
Uzanabiliyor muyuz ruhumuzun labirentlerine?
Dokunabiliyor muyuz hatıralarımızın kuytu köşelerine?
Koparabiliyor muyuz duygularımızın acı tatlı meyvelerini?
Ne kadar sarkabiliyoruz lâtifelerimizin derin kuyularına?
Kimiz biz? Neyiz? Neredeyiz?
Kim bilir; belki de kendimizi kendimizden ayıran bir dağız. Ferhad olup Şirin olan yanımızı arıyoruz. Dağın öbür tarafında bırakıyoruz kendimizi; hep bu yamaçta kalıp kazıyoruz kazıyoruz.
Kim bilir, belki de kendi kendimizi kesen bir bıçağız. İsmail olup kendimizi kurban ediyoruz; hep eksiltiyoruz kendimizi, hep kesiyoruz kendimizden.
Kim bilir kendimizi kendimize haram eyleyen bir günahız. Züleyha olup Yusuf olan yanımızı kandırıyoruz, Yusuf olan kalbimizi zindana sürüyoruz.
Kim bilir; kendimizi kendimizden ayıran bir çölüz. Mecnun olup Leylâ olan yanımızı yalnız yapayalnız bırakıyoruz. Kim bilir kendi kendimizi ağlatan kocaman bir yarayız. Kerem olup aslımızı arıyoruz; bulamıyoruz.
Suların sızısından habersiz yaşıyoruz. Suların sızılarını bile fark edebilecekken, kendi sızılarımıza körleşiyoruz. Kendimizi de fark etmez hale geliyoruz. Kendimizi kendimizde yitiriyoruz. Kendi ellerimizi kendi ellerimizden çekiyoruz.
Göz göze gelemiyoruz kendimizle. Yüzleşemiyoruz.
Kendi kendimizi sokağa atıyoruz.
Kendimizi kendimizden sürgün ediyoruz.
Kendimize kendimizi çok görüyoruz.
Oysa insan olduğundan fazlasıdır her zaman.
Ama bilmiyoruz. Ama bilmediğimizi de bilmiyoruz.
Sızısız yaşıyoruz. Issız yaşıyoruz."


Senai Demirci

23 Mart 2015 Pazartesi

yağmur


Çağımın aklında plastik çiçekler açıyor,
gülüyor ve seviniyorlar buna. Oysa yağmur
durmadan yağıyor. Biz bir odanın ışığını
açana dek yağacakmış.
İki kişilik bir sessizliği buluşturana dek,
bir ritmin içinde tekrar. Yağacakmış, hayatı
oluşturana dek, tekrar.
Sık sık camdan dışarı bakıyorsun, odaların dışına
kaçıyorsun, kalmak istediğin bir yerin yokmuş,
içindeki ses kaygıyla tanıştırıyormuş seni.
Yağmur: Sessizliğiniz huzursuzluğunuzun sesi
diyormuş size. Yankılanıyormuş yağmur:
Ömrün birşey anlatıyor sana, ama sen anlamıyorsun!
Yağmur durmadan yağıyormuş
Hiçbirşey rastgele değildir.
Hiçbirşey rastgele değildir.

Birhan Keskin

18 Mart 2015 Çarşamba

Gecede - Leyla Erbil


“Boğazda hiçbir nenleri değiştirmeksizin salt hokkabazlık edip çevreyi güldürdüğünü sanarak, salt insanların temel yaşamalarını bozmayıp arada bir eğlendirdiği, avuttuğu için, bir bakıma kandırdığı, başkaldırmaya değil de boyun eğmeye doğru itelediği için onları, çaresiz, tek, umutsuz sandığı için, kıymış mıdır kendisine vapur?”

Kitap yedi öyküden oluşuyor:

Vapurda adlı öyküde, siyasi duruşu betimlenen bir ülke için, başkaca hayalleri, umutları olan insanların doluştuğu bir vapurun hazin sonu,

Ayna adlı öyküde, Amerika siyaseti için mücadeleye giren oğlunu yitiren bir annenin içsel konuşmaları,

Çekmece adlı öyküde, uzak ülkelere giden bir gemide zor şartlarda çalışan Dursun Kaymak'ın eşi ile ağırlıklı olarak ekonomik sıkıntılarının yansıdığı mektuplaşmaları,

Hokkabazın Çağrısı adlı öyküde, Amerika desteğiyle sanatını, yaşamını icra edenlere gizli atıflar,

Ölü adlı öyküde, eşini genç yaşta kaybeden bir kadının, hayatta olmayan kocasına itirafları,

Tanrı adlı öyküde, Almanya'da çalışmaya giden, ailesini arayıp sormayan Şuayip'in peşine düşen Zarife'nin müşkül hayatı,

Kitaba adını veren Gecede adlı öyküde, Rasim ile yatmak, uyumak ile fiziksel bir birlikteliğe girmek arasındaki farkı düşünen bir kadının, toplumca kuşanması gereken rolleri sorgulaması anlatılıyor.

Anlatılıyor diyorum ancak bu öyküler klasik anlamda "dedim", "diye düşündü", "dedi" gibi ifade araçlarına baş vurmuyor. Leyla Erbil, kahramanlarını içinin kuyusundan konuşturarak oluşturuyor. O nedenle kitap ince olmasına rağmen okurken yorabiliyor okuyucuyu.

Kitapta genel olarak, devrim, aydınlar, evlilik, cinsellik, gelenek ve göreneklerin baskın olduğu toplum konuları hakim. Yazar, özgürleşme konusunda sıkıntı yaşayan kadınları anlatırken ataerkilliğe hizmet eden anne modeline de eleştiride bulunuyor. Toplumun ahlak değerleriyle şekillenmiş, yaşamı sorgulamadan özümseyen kadınlar, diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da baş rolde.

17 Mart 2015 Salı

lotus çiçeği


"Lotus çiçeği varoluşun en mucizevi olaylarından biridir. Bu yüzden Doğu’da ruhsal dönüşümün sembolü haline gelmiştir. Buda bir lotus çiçeği üzerinde oturmuştur, Vişnu lotus çiçeği üzerinde durur. Neden lotus? Çünkü lotus çiçeğinin çok önemli bir sembolik anlamı vardır: pis çamurun içinde büyür. Bu bir dönüşüm sembolü, bir metamorfozdur. Çamur pistir, belki de kokuyordur ama lotusun kendi kokusu vardır ki lotus çamurun pis kokusundan beslenmiştir."
 - Osho

13 Mart 2015 Cuma

Yerdeniz Büyücüsü - Ursula K. Le Guin


"Soğuk sisin neminden ıslanmış cılız kollarına bir baktı; kuvvetsizliğine hiddetlendi; kuvvetinin sınırlarını biliyordu. İçinde bir güç vardı. Bir de nasıl kullanıldığını bilse; bildiği tüm sihirler içinden kendisine ve beraberindekilere bir üstünlük, en azından bir şans sağlayabilecek hileler aradı. Fakat güç sadece ihtiyaç olduğunda ortaya çıkmaz; bilgi de olması gerekir."

"Duyabilmek için susmak gerekir."

"Akıllıya soru gerekmez; aptal ise boşuna sorar."

"Kendi gücünü fırlatıp atan kişi, bazen çok daha büyük bir güçle dolar."

"Seni Ar Nehri'nin kaynağında adlandırdım. Dağdan gelip denize akan nehrin kaynağında. Bir adam varmakta olduğu sonu bilir ama bir daha dönüp dönmeyeceğini, ilk başladığı yere geri dönüp o başlangıcı benliğinde tutup tutamayacağını bilemez. Eğer nehrin akıntısında döne döne sürüklenen bir çomak değilse, o zaman nehrin kendisi olmak zorundadır;kaynağı noktadan, denize döküldüğü yere varasıya, tüm bir nehir. Sen Gont'a döndün, bana döndün, Ged. Şimdi ise gerisin geri dön ve kaynağın kendisini, kaynağın da önündeki kaynağı ara. Elde etmek istediğin güç umudunu onda bulabilirsin."

"Denizden fırtınalar ve canavarlar gelir ama kötülük gelmez. Kötülük karadadır."

"İnsan önünü sözle değil, ışıkla görebilir ancak! Işık, güçtür. Büyük bir güç, bizim varlığımızın kaynağı ama bizim gereksinimimiz dışında, kendinden var olan bir güç. Güneş ve yıldızı ışıkları, zamandır; zaman da ışıktır. Yaşam güneş ışığında, günlerde ve yıllardadır. Karanlık bir yerde, yaşam, ışığı adıyla seslenerek çağrılabilir.."



 Edebiyatımızda Mülksüzler adlı eseri ile bilinen, Le Guin çizgisi "Yerdeniz" dizisi ile geniş bir koleksiyon oluşturmuştur. Yerdeniz Büyücüsü, Atuan Mezarları, En Uzak Sahil, Thanu, Yerdeniz Öyküleri ve Öteki Rüzgar adlı kitaplardan oluşuyor seri.

Yerdeniz Büyücüsü; Sitedeki Savaşçılar, Gölge, Büyücüler Okulu, Gölgenin Serbest Kalışı, Pendor Ejderhası, Av, Şahinin Uçuşu, Avcı, İffish ve Açık Deniz olmak üzere on bölümden oluşuyor.

Kitap, Onakçaağaç Köyü'nde annesiz babasız kalan, teyzesinin yanında yaşarken keçileri otlatan ve onlara değişik cümleler söyleyen, onlar üzerinde güç kurduğu fark edilen Duny adlı bir çocuğun hikayesiyle başlar. Çocuk bir cadının yanında bulma, bağlama, onarma tılsımlarıyla; şifalı otlarla tedavi hakkında çeşitli bilgiler öğrenir. Daha sonra Re Albi'de  yaşayan bir ustanın yanında çırak olur ve ustası ona Ged adını verir. İçindeki güçlerin sırrına hemen hakim olmak isteyen Ged, ustasının sakin, sebat dolu yaşamına ayak uyduramaz. Ged, Roke Adası'ndaki Büyücüler Okulu'na gider. Bu okulda büyü ahlakını alırken, inceliklerini öğrenirken; bir gün, arkadaşları ile iddiaya dönüşen bir olayın içine girer. Bu iddia onu yaşamı boyunca tesiri altına alan bir yolculuğa sürükler.

Nefret ve gurur yüzünden, yaşamsızlık güçlerinin kendine hakim olmak istediği bu açık deniz ve kara yolculuğunda Ged, nam-ı diğer Çevik Atmaca aklanabilecek mi?

Le Guin'in yarı gerçekçi, yarı fantastik bir temayı büyülü bir dille anlattığı masalsı bir kitap Yerdeniz Büyücüsü. Porsuk Ağacı'ndan yapılmış bastonuyla, deriden cübbesiyle peşine düşen gölge ile canı pahasına mücadele eden Çevik Atmaca'nın tılsım ve macera dolu hikayesinde kaybolacaksınız...




9 Mart 2015 Pazartesi

yaradana mektuplar


Birinci Mektup
1.
Yıldızların, çivilediğin yerdeler,
Bulutların, eksik olmasınlar,
Hep aym minval üzere, senden gelip sana giderler.

2.
Güneşin böler günlerimizi
Bir portakal gibi ortasından ikiye,
Yarısını kulların yer, yarısını geceler.

3.
Denizlerin senin elinle doldurduğun kâsede çalkalanmaktadırlar.
Ne bir damla artmış, ne bir damla eksilmişlerdir.
4.
Dağların bizim ayağımıza çok bol geldi;
Onları bir defa bile giyen olmadı.
Daha dün elinden çıkmış gibi hepsi yepyeni
Şimdilik eskiyen bir şey varsa ömrümüzdür!

5.
Sorup duruyoruz:
Niçin nüfus kütüklerinde her gün yeni bir isim,
Kitaplarda yeni bir kahraman?

6.
Biz ölen ağaçları yontup
Gemilerimize direk yaparız.
Bizim canlarımızı alan acep onlarla ne yapar?

7.
Saksılarda hep aynı karanfiller açıyor
Tanrım.
Niçin biz bir defa doğuyoruz?

8.
Toprağında hep aynı lezzet,
Hep o kahrolası, o çıldırtıcı, o obur bereket;
Yedi kat yerin dibinde hep aynı muamma, aynı kasvet, aynı hüzün,
Ve hep aynı meyve, aynı dilimler, aynı hediye gündüzün
Başımızın üstünde aynı bulutlar,
Ye hep o külâh gibi kulaklarımıza kadar geçirilen gökyüzün.
Toprakta aynı başak, aynı buğday, aynı taneler
Bize her gün yeni bir beşik, yeni bir ömür
Sana göz bebeklerimi gönderiyorum,
Âdem Babamıza götür
Zahmet olmazsa, onları kafatasındaki boşluğa taksın;
Şöyle evire çevire bir baksın
Ve söylesin sana intibalarını.
Bunlar aynı gözbebekleri değil Tanrım!
Toprakta aynı başak, aynı buğday, aynı taneler
Fakat bu gözbebekleri neler gördü, neler gördü, neler!...

9.
Hüvelbaki diyerek el pençe divan duruyor,
Lâhid lâhid, servi servi, nöbet bekliyoruz,
Sık dokuyup, ince eliyoruz.
Şaka bertaraf
Ömürlerimizi birbirine ekleyip sana doğru geliyoruz.


Bedri Rahmi Eyüboğlu

8 Mart 2015 Pazar

kahvaltı


"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"
                                               
Sevgili Cemal Süreya böyle söylemiş.. Canım canım..
Ben de diyorum ki tatilin, kızıma hazırladığım, onunla oyunlu, şen yapılan kahvaltıların doğrudan mutlulukla ilgisi var..:)


Kahvaltıdan sonra elimizden düşürmediğimiz Küçük Prens.. Yeni baskısından aldık, Gülce çok seviyor..

Güleç bir gün olsun..:)

7 Mart 2015 Cumartesi

zeytinyağlı kereviz


Şarkın illerinden birinde, köyde göreve ilk başladığımda merkezde altı arkadaş büyük bir evde kalıyorduk. Köye servisle gidiş geliş yapıyorduk. Evdeki arkadaşlardan zamanla evlenenler, kendi memleketine gidenler oldu ama altı kişi kalırken çok mutluyduk. Altı farklı özellikte kızlardık ancak bu farklı özellikler asla çatışmalara neden olmazdı. Farklılıklarımız paylaşımlarımızı renklendirirdi. Evde denemediğimiz yemek kalmazdı. Kış için konserveler, aşureler davet ettiğimiz arkadaşlara özel yaptığımız rosto köfteler ve eşliğinde sunduğumuz patates püreleri hepimizin ortaklaşa yaptığı yemeklerden olurdu. Sadece yemek değil okul için hazırlayacağımız materyallerde de yardımlaşırdık. Mesela Özlem çok iyi resim yapardı. Panoları hazırlarken çizimleri hep o üstlenirdi. Hafta sonu hava güzelse, hep beraber kahvaltıyı açık havada yapar, sonra da uzun uzun yürürdük. Geceleri de yaşadığımız şehirde sinema olmadığı için, bilgisayar öğretmeni Nilü arada projeksiyonu eve getirirdi. Duvara yansıtıp filmleri sinema atmosferinde izlemeye çalışırdık. Korku filmi izlediğimizde hepimiz korkudan aynı odada uyurduk. Memleketten gönderilen her şeyi paylaşırdık. En çok da Nilü'nün annesi Nimet Teyze'nin su böreği ve burma tatlısını severdik. Nimet Teyze ve Yaşar Amca her özel günde küçük sürprizler yapardı. Hatta bir öğretmenler gününde sabah erkenden kapı çalmıştı taa Ankara'dan hepimize kırmızı gül göndermişlerdi, çok mutlu olmuştuk. Herkesin ayrı odası olurdu ama ben en çok Nilü'nün odasında takılırdım. Onunla hep Enrique Iglesisas'ın Hero şarkısını dinlerdik. Şimdi ne zaman o şarkıyı dinlesem o günlere giderim, o dostlarımı hasretle anarım.

Yemek yaparken bir kitabı vardı Nilü'nün. Bir aile ekonomisi öğretmenin hazırladığı o kitabı giderken bana bırakmıştı. Çok fazla yemekle ilgili dergilerim, defterlerim var ama bu kitap çok özel benim için. Bugün sürekli portakal suyuyla pişirdiğim kerevizi farklı denemek içimden geldi. Uzun süre elime alıp bakmadığım o kitabı aldım ve zeytinyağlı kerevizi ona göre pişirdim.

Tarifi şöyle:
İki ya da üç tane kereviz,
Bir havuç, bir patates, yarım bardak iç bezelye,
Bir küçük soğan, yarım bardak zeytinyağı,
Yarım demet maydanoz,dere otu
Bir çay kaşığı şeker, bir limon, tuz

Kerevizler soyulur, ortadan ikiye ayrılır. Kesilen yerleri oyularak çukurlaştırılır. Tencereye çukur yerler üste gelecek şekilde dizilir. Küçük küçük doğranmış soğan, patates, havuç zeytinyağında hafif kavrulur. Konserve bezelye, şeker, tuz maydanoz, dere otu konup karıştırılır. Bu harç kerevizlerin içine doldurulur. İki bardak su eklenip orta ateşte pişirilir. Altı kapatılmadan beş dakika önce limon sıkılır.

Bu şekilde yemeği pişirdim. İçini çukurlaştırırken ayırdığım kerevizleri de doğrayıcı da doğradım. Tuz ekledim ve limon sıktım. Sonra iki üç yemek kaşığı mayonezle karıştırdım. Üstüne ceviz döktüm. Artan kerevizleri de meze olarak değerlendirdim.

Keyifli bir hafta sonu dilerim..:)

6 Mart 2015 Cuma

Cehennem Deresi - Gülsen Varol


Şiirlerini beğeniyle takip ettiğim sevgili Gülsen Varol öğretmenimizin okuduğum ilk romanı. Kendisinin daha önce yazdığı ilk romanı ise, Albümdekiler ismini taşıyor.

Cehennem Deresi, bu isme sahip bir mahalle sakini olan, hain bir pusuda yaşamının gidişatı tamamen değişen Ercan'ın zorlu yolculuğu ile başlıyor. Geride kalan babası Erhan, onunla yolları kesişen Aysel, aşkın ince sızısını onda bıraktığı Nihan ve diğer kahramanların içine dahil olduğu olaylarla sürüyor.


Yaşamamımızın ortası, bir çizgi ya da bir dere ile ayrılır sanki. Derenin bir kenarında bizim hayallerimiz, beklentilerimiz; öteki kenarında ise, olacakların olduğu, insan gücünün yetersiz kaldığı yazgının getirdikleriyle varlığını idame ettirmeye çalışan benliğimiz yer alır. Aşkın kuşattığı esrik düşleri derenin karşı tarafında, uzağımızda bırakırken; derenin öteki tarafında aşka, güzelliğe hep hasret kalarak, yüzleşiriz gerçeklerle.. Dere akar gider, dinlemez, beklemez. Onun yansımasında kah olmak istediğimiz ben'i görürüz, kah gerçekten var olduğumuz, şartların, tercihlerin, kararların içinde beliren suretimizi görürüz. Bu gördüğümüz, yaşadığımız cehennemdeki Gayya Kuyusu'nu andırır kimi zaman. Zira insan aklına, hayaline sığmayacak öyle çetin olaylar yaşar ki, gerçek yaşamda doğup büyüdüğü, anılarını bıraktığı bir mahalle adı olan cehennem deresinde gerçek hayatta boğuştuğunu görür. İrkilir, sarsılır. Ah minel aşk, bir hıçkırık olarak kalır. Ercan ve Nihan'ın aşkı da yazgının büyük gücüne karşı direnebilecek midir? Yoksa aşk, yanık bir türkü olup, günümüzde de yaşanmadığı, özlem duyulduğu şekilde Kaf Dağı'nın arkasında mı gizlenecektir?

Gülsen Varol, çağımız insanının, gerçekler, düşler arasında beliren handikapını kahramanların yaşadığı olaylarla birleştiriyor. Bunu sade, duru ve içten bir üslupla aktarıyor.

1 Mart 2015 Pazar

o iyi insanlar..


"… Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara… O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. Şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. Bin iyiyi bir kötüye kul eden… Yapayalnız kimsesiz. Hem de çaresiz. Yalnızlığı, çaresizliği yüreğinin başında ağılı bir hançer yarası gibi… Çaresizlik, hem de boşluk. Yanıyor yüreğim. Eskiden, daha korlu, daha beter, delirten, yüreğim ne güzel yanardı. İçimde bir ateş harmanı. Keşki şimdi de öyle olsa. Yansa yüreğim, acısa, korksam. Ölüm gibi, ölümden beter, korksam yüreğim dayanmasa. Orta yerinden çat diye çatlasa, tam ortasından. Sabır taşı gibi…Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız olan, kimsesiz, çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar, hiçbirisi, hiçbirisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor…"
Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti s.14
"Duvarın dibinde resmim aldılar. 
Ak kağıt üstünde tanıyın beni…"