"Bir zamanlar sözcüklerin bizim dışımızda da yaşamları vardı, ama anlamları yoktu.
ASKELOPİS
Söz."
İLHAN BERK
"Bir zamanlar sözcüklerin bizim dışımızda da yaşamları vardı, ama anlamları yoktu.
ASKELOPİS
Söz."
İLHAN BERK
Yeni evlerine yerleşiyorlarmış ama her gün sofrada Mişa'dan bahsediyorlarmış. Küçük kız sabahları 'onu görmeye gidelim' diye tutturuyormuş. Bir gün annesi Mişa'nın ailesinin de taşındığını söyleme gafletinde bulunmuş. Bu fikre inanırsa onu daha çabuk unutur diye düşünmüş. Küçük kız, çizgi filmlerde bir şeye sinirlendiğinde gözlerinden su pınarı fışkıran çizgi karakterler gibi ayaklarını yere vura vura ağlamış. Babası zor sakinleştirmiş onu. Mişa'nın özlemini unutmak için her gün Barbie Evi ile oynuyormuş, Aç Tırtıl kitabını okuyormuş, o kadar çok kitabı okumuş ki sonunda o kitabı ezberlemiş. Büyük kız da bahçede annesiyle badminton oynuyormuş. Özlemi dindirmek için, yeni bir yere bağlanmak için yeni bağlılıklar edinmek gerekiyormuş bunun için de zaman gerekiyormuş. Büyük kız 'düşünme düşünme' diyormuş kardeşine.
Anne ve baba Kelebek'ten onlar için özel bir kitaplık almışlar. Anne, çocuk kitaplarını kendi kitaplığından ayırmış. Kitapları okşayarak, onların sayfalarını koklayarak tozlarını alıyormuş. Evde bangır bangır Plüton Sakinleri çalıyormuş. Anneleri Düş Sokağı Sakinleri'nden sonra Plüton Sakinleri'ne sarmış. Pandemiden sonra herkes bu gezegenden fazlaca soğuyunca başka gezegenlerin düşlerindeki ezgilerde hayatı tonlamak daha cazip geliyormuş. Babaları yeni bir ev düzenini kurduğu için pek mesutmuş. Akşamları manzaraya karşı balkonda oturduklarında, 'dört beş katlı evlerin içinde yükselen bu apartmanın yalnızlığını yaz' diyormuş anneye. Anne balkondan gökyüzüne bakıyormuş, gökyüzünden ışıklı uçaklar geçen bu yeni evde Virginia Woolf gibi kendine bir yazı odası ayırmak istiyormuş. Bazen her şey çok sahici gözüküyormuş...
“Düş Yitimi” adlı öyküm Kil-tablet Öykü’nün 44. Sayısında...
(.......)
"Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla (joy) araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.
Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur."
(.......)
Babamın Bavulu/Orhan Pamuk